Nazar İle Niyet mahiyet-i Eşyayı (anlamayı ve anlatmayı) tağyir eder.!

Derecat-ı takdir, derecat-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir.
Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.

28 Aralık 2010 Salı

RİSALE-İ NUR DAİRESİNDE Zİ­KİR VAR MI? YOK MU?


NİYET-İ HALİSE İLE ŞEFFÂFİYET PEYDA EDEN BİR ZİKİRDE VEYA ÂYETTE SEMÂVÂT GİBİ NÛRANÎ SEVÂB VE FAZİLET YERLEŞEBİLİR
 SANA SENİNLE BERABER DÂİMA
­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ
DEYİP ZİKİR EDEN GECELER DE GÜNDÜZLER DE AĞLAR ÜSTADIM
 RİSALE-İ NUR DAİRESİNDE   Zİ­KİR VAR MI? YOK MU?
Muhacir Hafız Ahmed (R.H) üstad'ı anlatıyor: Biz gecelerde O'nun ...yattığını görmedik Bir gece geç saatlerde uyanmıştım. Baktım ki bi­zim köşk sallanıyor, adeta gidip geliyor Üstad ise odasında "Ferd'ün-Hayy'ün-Kayyum'un-Hakem'ün-Adl'ün-Kuddüs'ün" diye sesli bir şekilde aheste aheste zikrediyor. O her bir "Ferd'ün-Hayy'un..." dedikçe, köşkümüzde adeta O'nun zikrinin ahengine ayak uydurmuş gibi, raksa gelip sallanıyordu.() Ayrıca Hulusi Bey'in bizzat kendi müşahedesine dayanarak anlattığı hatırası da şöyledir:
"Ben Eğridir'de iken Hazret-i Üstad'ı ziyaretle­rimden birisinde, bir gece yanında kalmıştım. Hz. Üstad sabahlara kadar uyumadan zikir ve tesbih ettiler.()




Hz. Üstad (R.A) namaz tesbihatlarında kelime-i tevhidi tek ba­şına cehrî yapardı.()



Nefs-i natıkanın en yüksek matlûbu devam ve bekadır. Hattâ vehmi bir devam ile kendisini al­datmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyle ise ey de­vamı isteyen nefis! Daimî olan bir zâtın ZİKRİNE DE­VAM EYLE Kİ, DEVAM BULASIN. O'ndan nur al ki sönmeyesin. O'nun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. ONUN NESİM-İ ZİKRİNE BE­DEN OL Kİ, HAYATDAR OLASIN. ESMÂ-İ İLAHİYEDEN BİRİSİNİN HAYT-I ŞUÂİYLE TEMESSÜK ET ki, adem deryasına düşmeyesin.()


Cismani ihtiyaçlar vakitlerin ihtilâflariyle te­beddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyâya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lazımdır. Ve hakeza...  Kezâlik mânevi ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. HER ANDA ­اللَّهُ kelimesine ihti­yaç vardır. HER VAKİT “BESMELE”YE, HER SAATTE ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ  ihtiyaç vardır. Ve hâkezâ.()

«La ilahe illallah» kelâmı, Esmâ-i Hüsnâ'nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sı­fatlar iti­bariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. «La Halika İllallah», «La Fâtıra, La Râzıka, La Kayyûme illallah» gibi... Binaenaleyh, TE­RAKKİ ETMİŞ OLAN ZÂKİR BİR ZÂT, Bu kelamı söyler­ken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. ()
...insan-ı ekber, insan-ı asgar gibi muntazamdır. Herbir şey, hikmet üzere vaz edilmiştir Fâidesiz, abes yoktur. Şu(•) burhanımız değil yalnız erkânı ve. âzası, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer LİSÂN-I ZÂKİR-İ TEVHİD olarak büyük burhanın sadâ-yı bülendine iştirak ede­rek ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diye zikrediyorlar.
(•): Delâletçe siması bir هُوَ lafzına benzer ki, هُوَ nün her bir cüz'ü küçük هُوَ lardan, her bir هُوَ da küçücük هُوَ lardan teşekkül etmiştir.()
 ...Ehl-i imânın, hususan ehl-i tarikatın her va­kit tekrarlaلاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki: Tevhi­din pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâ­vetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibâdet-i îmâniyedir.()
O Zâtın (A.S.M) dâvalarından biri "tevhid" dir. Bu dâvayı tasrih ve ifade eden
 لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُkelime-i mübârekesidir. O zatın HÂLKA-İ DİN VE ZİKRİNE giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i îmân ve VİRD-İ ZEBAN etmişlerdir. Demek, o dâ­vanın hak ve ha­kikat olduğuna kanâat ve itmi'nan ve iz'anları hâsıl olmuş ki, zaman ve mekâna şâmil bir tarz­da, o kelime-i mübâreke, meşrepleri, meslekleri, ananeleri mütehâlif, mütebayin insanların ağız­larında mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor. ()
…Nev'-i beşerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum Peygam­berler (Aleyhimüsselâm), bil'icmâ' beraber لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُdeyip ZİKRE­DİYOR­LAR.()
Madem dünya hayatı ve cismani yaşayış ve hayvanı hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun, işte o ale­min anahtarı, Mârifetullah ve Vahdaniyet sırları­nı ifade eden ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ kelime-i kudsiyesiyle KALBİ SÖYLETTİR­MEK, RUHU İŞLETTİRMEKTİR..  ()
...Bütün Enbiyâ ve Asfiyâ ve Evliya en büyük zevklerini ve saadetle­rini; kelime-i tevhid olan "LA İLAHE İLLA HU" da buluyorlar...()
Bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan "LAİLAHE İLLALLAH" zikrinde ve tek­rarında bulu­yorlar. ()
Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarın­da bütün kâinatta bulu­nan umum incizaplar, cez­beler, cazibeler, câzibedâr hakikatlar, ezelî ve ebedî bir Hakikat-i Câzibedâr'a işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi RAKS VE SEMAA kaldıran cezbedârâne ha­rekât ve deveran, o Hakikat-ı Câzibedar'ın Cemâl-i Kudsinin hüküm-darane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedârâne bir mukabe­ledir. ()
…Bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayatdârâne ZİKİR VE TEŞBİHTE ve vazife başında cûş u huruşla mes'ûdane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor... ()
…Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevi'leri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak, LİSAN-I KAL ve lisan-ı halleriyle لاَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ  deyip ze­min yüzünü bir ZİKİRHANE ve muazzam bir MECLİS-İ TEHLİL sure­tine çevirmişler...()
 Zikreden adamın, Feyz-î ilâhiyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklı şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuur­lara tâbi değildir. مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ husule gelir
Binaenaleyh, GAFLET İLE YAPILAN ZİKİRLE DAHİ FEYİZDEN HALİ DEĞİLDİR.()
Evet, kâinat îman nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp MES­CİD-İ ZİKİR ve şükür olmuştur... Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetin görünen insan, ibâdetinde ZAKİR, Hâlîk'ına şâkir sıfatını takınıyor.()
Eşyanın esbaba isnadındaki istib'addan ve istiğrâbdan hâsıl olan in­kârdan neş'et eden dalâlet­lerden hasıl olan ızdırabat, bütün akılları, ruh­ları Vâcib-ül-Vücûd'a firar ve iltica etmeğe mecbur eder. Çünkü, ancak O'nun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve KAPALI KAPILAR, AÇI­LIR. Ve O'nun ZİKRİYLE KALBLER MUTMAİN OLURLAR. Bi­naenaleyh, necat ve halâs ancak Al­lah'a iltica ile olur.
بِذِكْرِاللَّهِ تَطْمَئنَّ الْقُلُوبِ  اَلاَ  فَفِرُّوا اِلَى اِللَّهِ  İşte, kâinat şu ha­kikatin lisanıyla, ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ yu söylüyor.()
­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ olan KELİME-İ ZİKRÎYEYİ bir insan VİRD-İ ZEBAN ettiği zaman, zamanı bir HALKA-İ ZİKİR tahayyül etmekle, o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyânın, sol tarafı olan is­tikbal cihetinde de evliyanın oturup cemâatle ZİKR ETTİKLERİNİ ve kendisi de, o ce­mâat-ı uzmâ içinde bulunarak şu kubbe-i minayı doldu­ran yük­sek, ilâhî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiği­ni tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnûatın teş­kil ettikleri HALKA-İ ZİKİRLERİNE girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.()
Kelime-i tevhid'in tekrar ile ZİKRİNE devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ip­leri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak dere­cede SANEM ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahazâ, ZÂKİR olan zâtta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri oldu­ğuna işaret olduğu gibi; onların da, onlara münâsib şerikleriyle olan alâ­kalarını kesmek içindir.()
Tohum olacak bir habbenin kalbi, yâni içi de­lindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv'ü nema bulamaz; ölür gider. Kezâlik, ENE İLE TÂ'BİR EDİLEN ENÂNİYETİN KALBİ, ­اَللَّهُ ­اَللَّهُ zikrinin ŞUA ve HARÂRE­TİYLE yanıp delinirse, büyüyüp GAFLETLE FİR'AVUNLAŞAMAZ. Ve HÂLIK-I SEMÂVAT VE ARZA İSYAN EDEMEZ. O ZİKR-İ İLAHÎ SAYESİNDE ENE MAHVOLUR.
İşte Nakşîbendîler, ZİKİR HUSUSUNDA itti­hâz ettikleri zikr-i hafi sayesinde kalbin fethiyle, ENE ve ENÂNİYET mikrobunu öldürmeğe ve şey­tanın emirberi olan NEFS-İ EMMARENİN başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kadiriler de, zikr-i cehri sayesinde tabiat tâğutlarını târ'u mâr etmişlerdir.    ()
Kur’an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna naza­ran, sûrelerinde vukua gelen tekrar, belagatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hik­mettir.
Çünkü, ZİKİR ve DUA’DAN maksad sevaptır ve merhamet-i ilâhiyyeyi celbetmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki o nisbette sevap kazanılsın ve MERHAMET CELBEDİLSİN. HEM DE ZİKRİN TEKRARI KALBİ TENVİR EDER. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, te'kidi var­dır. ()
Kur’an-ı Kerim'in, tilmizlerine verdiği ulviyet ve kıymet bununla an­laşılır ki; Bir küçük insan, küçük bir mikroba mağlûp ve ednâ bir kerb ile ye­re düştüğü ve o kadar zaif olduğu halde; Kur’an-ı Kerim'in feyz ve irşâdiyle o derece yükselir ve letâifi inbisat eder ki; Dünya mevcudatını ve zerrat-ı kâinatı tesbih tanesi edip, Mabudunu o adet­le ZİKREDER. Hatta bir kısımları bunları da az görüp, Ma'bûd-u Zülcelâl'in liyakatini göstermek için gayr-i mütenâhi adetle, gayr-i mütenâhi teş­bih ile Mâ'bûd-u Zülcemâl'i zikrediyorlar. Dünya zerratının, virdlerine kâfi bir tesbih olmadığını ve nakıs olduğunu gören ve Cenneti ZİKİRLERİNE gaye tanımayan ulüvv-ü himmet sahibi o tilmizler, kendi nefislerini, en edna bir mahlûk-u İlâhîden efdâl görmediklerini gösteren bir halle, nihayet de­recede tevazu ve mahviyet gösteriyorlar.()
 ...Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bu­lunan kardeşlerimizden Kastamonu'dan Mehmed Feyzi ve Sâdık ve Emin ve Hilmi ve İne­bolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevkedildiklerinde şu malûmatı verdiler:
"Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar  لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ ZİKRİNE devam ediyorduk.()
...Sana, SENİNLE  BERABER  DAİMA ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ  DEYİP ZİKİR EDEN geceler de, gündüzler de ağlar Üstadım.()
Bazı melâikenin kırkbin dil ile ZİKRETTİK­LERİ gibi, hâlis, hakikî, muttaki bir şâkird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necâta müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. ()
Evet ben, "Hülâsat-ül Hülâsa"yı okuduğum za­man, koca kâinat, naza­rımda bir HALKA-İ ZİKİR oluyor...
Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afa­kî ile marifet-i ilâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itmi'nanlı yolunu enfüsîde, yâni kalbinde ZİKR-İ HAFİ-Yİ KALBLE bulmuşlar. ()
...Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım daki­kada döndüm, baktım! "Kuddüs, Kuddüs" ZİKRİ­Nİ YAPAN bir kuş odamda gördüm.()
 ...Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, be­kaya tâbidir. Ve madem be­ka, Bâki-i Zülcelâle mahsustur. Ve madem Bakinin Esması bakiyedir ve madem BÂKİ'NİN ÂYİNELERİ BÂKİ'NİN RENGİNİ, HÜKMÜNÜ ALIR VE BİR NEVİ BEKAYA MAZHAR OLUR. Elbette insana en lazım iş, en mühim vazife: O Bâki'ye karşı alâka peyda etmektir ve ESMASINA YAPIŞMAKIR. Çünki: BÂKİ yo­luna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya Mazhar olur...()
Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle maruzdur; elbette bîçare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan rûnunu güldürecek, se­vindirecek, meşru dairesinde; ve müteşekkirane, huzûrkarâne gafletsiz, masumane eğ­lenceler sevap cihetiyle baki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki; bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, ZİKRULLAHÂ ve şükre çok azîm terğibât vardır.()
İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkez­dedir; çekirdek hale­tinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmeti bir makinenin aletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fatırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan, bilfiil vaziyeti ne çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette O KALB DAHİ AKIL GİBİ İŞLE­YECEK. Ve kalbi iş­lettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde ZİKR-İ İLAHİ ile TARİKAT yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh et­mektir.()
Bu seyr-ü sülûk-ı kalbinin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve ve­sileleri, ZİKR-İ İLÂHİ VE TEFEKKÜRDÜR. Bu ZİKİR ve FİKRİN mehâsini tadât ile bitmez...()
...Merkez-i HİLAFET olan İstanbul'u, beşyüzelli sene bütün âlem-i hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkı­ran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i îmânın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük cami­lerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah Allah! diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i ilâhiyeden ge­len bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş-u huruşlarıdır. ()
Tarikatta, zikr-i kalbi ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı TEVEC­CÜH VE HUZUR VE KUVVET­Lİ NİYETLER vasıtasıyla âdetlerini ibadet hük­müne çevirmek ve muâmelât-ı dünyeviyesini, a'mâl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrü­nü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, öm­rünün daki­kalarını, hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.()
­
   جَدِّدُوا اِيماَنَكُمْ  بِلاَ اِلَهَ اِلاَّاللَّهُ in hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti çok sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için her zaman tecdîd-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Öm­rünün seneleri, adedince, belki günleri adedince, belki sa­atleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü: za­man altına girdiği için o ferd-i vâhid, bir model hükmüne geçer, hergün bir ferd-i âher şeklini gi­yer.
Hem insanda bu teaddüt ve teceddüt olduğu gi­bi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor, imân ise; hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği alemin ziyâsıdır. لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُise, O NURU AÇAR BİR ANAHTARDIR.
 Hem insanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmânını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hi­leleri ederler, şüphe ve vesveselerle ÎMAN NURUNU KAPARLAR. Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hâttâ bazı imamlar nazarında küfür derecesin­de te'sir eden KELİMÂT ve HAREKÂT eksik olmu­yor. Onun için HER VAKİT, HER SAAT, HER GÜN TECDÎD-İ ÎMÂNA BİR İH­TİYAÇ VARDIR.()
...Mesela: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tâbirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o li­sanı, tilâvet-i Kur’an ve ZİKİR ve TEŞBİH ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek...()
Evvelen asl-ı şeriattandır ki, Kur’an kelimâtı ve harfleri Kur’an'dan olmak cihetiyle her birinin on sevabından tut, tâ binler sevaba kadar uh­revî meyveler verir. GAFLETLE OKUNSA DAHİ SE­VABI VAR. Fakat sair zikir ve tesbihler hurufatı­nın hususi sevapları Kur’an hurufatına ben­zemi­yor. GAFLETLE OKUNSA ÇOKLARININ NAZA­RINDA SE­MERE VERMİYOR. İşte bu kaide-i Şer'iyeye binaen İKİBİNSEKİZYÜZ DEFA اَللَّهُ اَللَّهُ  Kur’an kelimâtı olmak cihetiyle söyleyen ve ZİK­REDEN insan ne kadar feyizli sevaba mazhar ola­cağı kıyas edilsin. Evet insan bir virdi, Kur’an dan almalı, bir ZİKRİ ise Kuran’ın tayin ettiği âdet ile ders almalıdır.
Meselâ; Sübhânallâh dediği vakit Kur’an kela­mı olarak dese hem sevâb-ı Kur’aniyi hem FAZİLET-İ ZİKRİYEYİ alır.
­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ   Kur’an ayeti cihetiyle dese hem Kur’an'dır, hem Zİ­KİRDİR, GAFLET GELSE ZA­RAR VERMEZ. O NİYET OLMAZSA ZARAR VARDIR.()
Mezkûr evsaf ile muttasıf şu Zât (A.S.M) BÜ­TÜN KUVVETİYLE, BÜTÜN HAYATINDA MÜKERREREN VE MÜTEMADİYEN ­فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَاِلَهَ اِلاَّ اللهُ DER. vahdaniyeti ilân eder. ()
Avucunda küçük taşların ZİKİR ve tesbih et­mesi... Güya ahbâb içinde o elin avucu küçük bir ZİKİRHÂNE-İ SÜBHÂNÎDİR ki, küçücük taşlar dahi içine girse, ZİKİR VE TESBİH EDER­LER... ()
.... Hz. Enes (Hadimi Nebevi) demiş ki; "Resûl-i Ekrem Aleyhissalatu Vesselam'in yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde TEŞ­BİH etmeye başladılar... ()
İşte, masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehâsine ve mevcudatı ışıklan­dıran letâif ve kemalata karşı "Sübhânallah! Maşâallah! Allâhu Ekber!" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren; istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile ZİKİR ve tevhid ile berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede O zâttır... () Herbir tai­fesi icma' ve tevatür kuvvetini taşı­yan bütün ariflerin hakikatli marifet­leri, bütün şâkirler taifesinin semeredâr şükürleri ve BÜTÜN ZAKİRLE­RİN feyizli ZİKİRLERİ ve bütün hâmidlerin ni'met arttıran  hamdleri... Yine; Mâruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbûb, Merğûb, Maksûd olan O Mâbud-u Ezelînin vücub-u Vücudunu ve Kemal-i Rububiyyetini ve Vahdeti­ni gösterdiği gibi...()
Hakaik-ı eşyanın esmâ-i İlâhiyyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, (esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihet­lerle, çok dillerle Sâni'ini ZİKR ve TEŞBİH ettiğini anla...()
Denizli Hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum Karşımda güzel bahçelerde kesretti kavak ağaçlar bi­rer HALKA-İ ZİKR tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yapraklar havanın dokunmasıyla cezbedârâne ve cazibe kârâne hareketle RAKSLARI, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. ()
...Hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede ZİKİR ve TESBİH-İ İLÂHÎ ile mevlevî gibi ZİKREDEN ve DEVERANA KALKAN o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynu­yorlar zu 'metmişler. ()
..."Şems, meczub bir SER-ZÂKİRDİR. HALKA-İ ZİKRİN merke­zinde cezbeli bir ZİKREDER VE ETTİRİR."()
Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasın­dan geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihti­yaç ve iştiyakla  ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine bir ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ  bir lamba yaptığı gibi...  ()
Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların ka­sidehân enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcûdâtın sükûtunda onların tat­lı sözlü nutukhânlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan ZİKR-İ HAFİNİN dairesinde birer kutupdur ki, herbirisi onu dinler; KENDİ KALBLE­RİYLE Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler. Diğer bir kısmı neharidir. Gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayâtların başlarında yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvâzlariyle. latif nağamat ile sec'alı tesbihat ile Rahmânirrahimin rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir ZİKR-İ CEHRİ halkasının bir reisi gibi işitenlerin cezbelerini tahrik edi­yorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusiyle ve bir âvaz-ı hu­susî Ut Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar. DEMEK HERBİR NEVİ MEVCÛDÂTIN, HATTÂ YILDIZLARIN DA BİR SERZÂKİRİ ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve ZİKİRCE en etemm ve şükürce en eam ve mahiyetce en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını lâtif seceâtiyle, leziz nağamatiyle, ulvî tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev'-i beşerin ANDELÎB-İ ZÎŞANI ve benî Âdem'in bülbül-ü Zül-Kur’an'ı. MUHAMMED-İ ARABÎDİR. (A.S.M.)

عَلَيْهِ وَعَلَى اَلِهِ وَ اَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَ اَجْمَلُ التَّسلِيمَاتِ     

...Niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir Zİ­KİRDE veya bir âyette semâvat gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir. ()
Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o mâtemhâne-i Umûmî, şevk u cezbe içinde bir ZİKİRHÂNEYE inkılâb etti... ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde ZÂKİR veya vazife paydo­sundan şâkir suretine girdi. ()
... O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz (A.S.M.), bütün ehl-i îmâna imam, bütün insanla­ra hatib, bütün enbiyaya reis; bütün evliyaya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyadan mürekkep bir HALKA-İ ZİKRİN SERZA­KİRİ... Zira O: ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ  der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yâni mazi ve müstak­bel taraflarında saf tutan O NURÂNÎ ZAKİRLER, aynı keli­meyi tekrar ederek, icma ile manen "SADAKTE VE BİL HAKKI NA­TAKTE" derler. ()
Kur’an; hem bir KİTAB-I ZİKİR, hem bir Kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan için­de tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira; zikrin şe'ni, tekrar ile tenvirdir.
Hem, cismânî ihtiyaç gibi, manevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına in­san her nefes muhtaç olur; (cisme hava, ruha HÛ gibi.) Bazısına her saat: Bismillah gibi ve hakeza. ()
 Hz. Dâvud (A.S)'ın mu’cizelerine dair;
اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ
يَاجِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ وَالْطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
Ayetleri delâlet ediyor ki. Cenâb-ı Hak, Hz. Dâvud (A.S)'ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yük­sek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonograf misillû ve birer insan gibi bir SERZAKİRİN etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. ()
هُوَ  nin lâfzında, havasında böyle parlak bir burhan ve bir lem'a-yı Vahidiyyet bulunduğu gibi; mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i Tevhid ve هُوَ  zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi zata bakıyor?" işaretine bir karine-i ta­ayyün o hüccette bulunması içindir ki; hem Kur’an-ı Mu'cizü'l-Beyan, hem ehl-i zikr makam-ı tevhidde bu kudsî ke­limeyi ÇOK TEKRAR ederler diye ilme'l-yakîn ile bildim.()
Bu alem, bütün mevcûdâtıyla muhtelif dille­riyle ayrı ayrı nağamâtiyle ZİKR-İ İLÂHÎNİN HALKA-İ KÜBRASINDA BERABER ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ der Vahdaniyete şehâdet eder.()
...ağaçlar, birer ceset oldu. Bütün yaprakla dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleri ile havanın dokunmasiyle "Hû Hû" ZİKRİNİ tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtiyle Sâni’nin Hayy-u Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar. Cû La ilaheilla hû beraber mi zanet her şey" Çünki: Bütün eşya ­لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ deyip, kâinatın azîm HALKA-İ ZİKRİNDE BERA­BER ZİKREDEREK çalışıyorlar.
Vakit-bevakit lisan-ı istidat ile Cenâb-Hak'tan hukuk-u hayatını "YA HAKK" deyip hazine-i Rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayat maz­hariyetleri lisaniyle "YA HAYY" ismini zikrediyorlar. ()
Bütün eşya, enîs oldu Bütün asvat ZİKİRDİR gör.
Bütün zerrât-ı mevcudat-Birer ZÂKİR, MÜSEBBİH gör.()
...Kulaktaki zar, nûr-u îman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder.()
...ŞERİATÇA BAZI SAVTLAR HELÂL, BA­ZILARI DA HARAM KILINMIŞTIR. EVET; ULVÎ HÜZÜNLERİ, RABBANÎ AŞKLARI ÎRAS EDEN ESERLER HELÂLDİR. YETİMANE HÜZÜNLE­Rİ, NEFSANÎ ŞEHEVATI TAHRİK EDEN SES­LER, HARAMDIR. ŞERİ­ATIN TAYİN ETMEDİ­Ğİ KISIM İSE, SENİN RUHUNA, VİCDA­NINA YAPTIĞI TE'SİRE GÖRE HÜKÜM alır.()
Şu kâinat, tamamıyla / bir bürhan-ı muazzamdır Lisan-ı gayb, şehâdetle / müsebbihdir, muvahhiddir. /
Evet tevhîd-i Rahmanla, /büyük bir sesle
ZÂKİRDİR Kİ:
LA İLAHE İLLÂ HÛ.
Bütün zerrat-u hüceyrâtı, / bütün erkân ve âzası / birer LİSÂN-I Z­KİRDİR, / O büyük sesle beraber der/ki:
LA İLAHE İLLÂ HÛ
O dillerde tenevvü var, / o seslerde meratib
var. / Fakat bir noktada toplar, / onun ZİKRİ, / onun savtı/ki:
LA İLAHE İLLÂ HÛ
Bu bir insân-ı Ekberdir; büyük sesle eder ZİK­Rİ, / bütün eczası, /zerrâtı, / () küçücük sesleriy­le, / o bülend sesle beraber der /ki.
LA İLAHE İLLÂ HÛ.
...üçüncü mektûb'ta denildiği gibi: semâvât meydanında, Şems ve Kamer kumandası altında yıldızlar ordusunu harekete getirmekle, her gece ve her sene, şa'şaalı tesbihkârâne bir seyeran ve cere­yan vermek demek olan cazibedar, sevimli vaziyet-i semaviye ve mevsimlerin değiş­mesi gibi büyük maslahatların vücud bulması demek olan o ulvî hikmetli netice-i Arziye, eğer vahdete verilse; O, Sultan-ı Ezel, kolayca küre-i arz gibi bir neferi, o vaziyet ve o netice için ecram-ı ulviyeye kumandan tâ­yin eder. O vakit arz, emir aldıktan sonra, me­muriyet neşesinden Mevlevî gibi ZİKR VE SEMAA KALKAR... ()

 Eğer desen: Muhtelif tarikatlar vardır, / muhtelif âyinler, ibadet şekli giymiş?/ Derim: Üç şartı var­sa, bîr niyyet-i hayır ile, belki de zarar ver­mez. / Bi­rinci şartı şudur: O, münâfi olmamak, / kat'an vakar-ı ZİKRE, hem edeb-i huzura. / İkincisi, menhî olan efâlin içinde bulunmamak. Menhî olsa hiç olmaz, / O efâl ve harekâtı kasdî birer ibadet nazarıyla yapmamak, / Evet, hal ve harekât, ihtiyarî ve kasdiden daha ziyâde ol­malı. / Şuursuz, incizabî, ızdırarî başka çeşit yakışmaz, / Zira asıl ibâdet, bizzat NEFS-İ ZİKİR'DİR. / O ahvâl-i mübaha, bir vesile-i müşevvik./ Harekâtı tayinde ihtiyâr-ı ZÂKİRİ âyet serbest bırakmış, mubahta takyîd etmez. / O efâl hiç benzemez şer'an muayyen olan, ibâdat efâline. /Zira efal-i Şer'î, bir cevîz-i hind'e benzer, süt-misâl lübbü gibi beyaz kışrı da lübdür cevizimize benzemez. /Fakat âyin-i ZİKİRDE olan efâl ve ahvâl, cevizimize benziyor, /kışrî bir gılafdır, hiç bir vakit yenilmez. /Cevîz-i Hind'e benzemez, ona makîs olamaz.()
 ...Bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesve­seler, şüpheler, (neûzübillâh) mahall-i îmân olan BÂTIN-I KALBE ilişip îmânı zedeler ve îmânın tercümanı olan lisanın ZEVK-İ RUHANÎSİNE İLİŞİP ZİKİRDEN NEFRETKARANE UZAKLAŞTIRARAK SUSTU­RUYORLAR...()
Risale-i Nur'daki zikirle ilgili kısımların pek azını beraberce okuduk. Acaba bu pasajları okuyan bir adamda insaf varsa; Risale-i Nur mesleğinde zikir yoktur diyebilir mi? Zikrinin nuraniyetinden dolayı, oturduğu köşkü de lerzeye gelen, O da Bediüzzaman'la bera­ber Ferd'un... Hay'yum... Kayyum'un... zikrine iştirak eden bu haki­kat mesleğinde zikir yoktur demek, acaba nasıl mümkün olur?
 Risale-i Nur'un müellifi ve erkanları mı yanlış. yapıyorlardı. Yoksa onlardan sonra gelenler mi? Evet, işin başıyla sonu birbirinden tamamen ayrı özellikleri gösteriyor. Başı, kuruluşu ve kurucuları doğru idiyse sonu ve sonuncuları yanlıştır. Öyleyse düzeltilmesi lazım. Başa yanlış demek ise mesleği kökünden inkar etmek olacağından, elbette mümkün değildir.
Risale-i Nur'un mesleğinde en kâmil manada zikir vardır. Zikir ya­parken Şu üç hususa riayet et­mek mecburidir:
1-  Zikir meclisinde Şer'i Şerife aykırı bir hal bulunmaması (Ka­dın erkek beraber olmak gibi)
2-  Zikir esnasında yapılan hareketlerin huzura ve edebe aykırı olmaması.
3- Zikir esnasında yapılan hareketleri ibadetden saymamak, an­cak dil ile veya kalb ile yapılan zikri ibadet olarak bilmek.()
Bu üç şart varsa zakirin zikir esnasında yapacağı hareketler tahdid edilmez.
Netice: Risale-i Nur dairesinde hem cehri hem hafi zikir yapmak var­dır. Akşamla yatsı arasında okunması emredilen evradımız, tam bir Hatme-i ACZMENDİDİR. Dergâhlarda veya dershanelerde edepli bir oturuşla rabıtalı olarak, bir serzakirin kumandası altında, hafî olarak ya­pılmalıdır.