İLM-EL-YAKIN, AYN-EL-YAKIN, HAKK-EL-YAKÎN
«İmân-ı tahkiki ilm-el-yakînden hakk-el-yakîne yakınlaştıkça daha selbedilmiyeceğine ehl-i keşfve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerât vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip, tereddüde düşürebilir.» Bu nev'i imân-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor; belki hem kalbe, hem ruha, h...em sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalıyor... "()
İmân-ı tahkiki; akılda olana denilmez, kalbde, ruhta, sırda olana denilir. Akılda olan ezberdir, kalbde, ruhta, sırda olan ise yakîndir.
“Yakin” lügatta (şeksiz) ilim, ıstılahta bir şeyin "realite" ye uygun ve herhangi bir teşkik ile (şüpheye düşürmekle) giderilmesi imkansız olarak, behemahal o şey olduğuna itikad etmektir. Hakikat erbabından bazıları onu (hüccet ve burhan ile olmayarak sırf iman kuvvetiyle iyânen görmek) (gaybları kalb temizliği ile müşahade, fikirleri muhafaza ile esrarı mülahaza etme) (kalbin bir şeyin hakikati üzerinde tam itmi'nanı) (Gaybî tasdik -her şekki izale ile- hakikate erdirmek) (Şekkin zıttı) (İman nuru ile iyânen görmek) (gaybı şuhûd ile şüpheyi kaldırmak) (şekten sonra hasıl olan ilim) v.s. diye tarif etmişlerdir.
(Tarikat-ı Muhammediye) kitabının sahibi Balıkesirli (İmam Birgivi Muhammed bin Pir Ali) Hazretleri (YAKIYNİ); sufiyenin (ilmin -bazılarınca ledün ilminin- kalb üzerinde kafi hakimiyeti ve kalbin onun içinde -dünyaya, nefsine ve bunlardan başka herşeye ait kaygılar çıkmak suretiyle- istiğrakıdır.) diye tarif ettiklerini yazar.
(Kuşeyriyyede) şöyle denilmiştir: (Yakînin en azı bile kalbe ulaşınca onu nurla doldurur. Ondan her şeyi, her sevgiyi sürüp çıkarır. O yalnız şükr ile Allah korkusu ile dolar.)
(Sehl)'e göre (Yakîynin iptidası mükaşefedir. Yakinin kokusunu koklamak her kalbe haramdır. Çünkü kalbde Allah'dan başkasına karşı bir sükun bulunur.)
(Zünnün) da şöyle der (yakîyn, amel kasrına, o kasr zühde çağırır. O hikmet verir. Hikmet de akıbeti görmeyi doğurur.) Yine bir sözü (yakînin alemeti üçtür:
l- Herşeyde Allah'ı görmek, 2- Herşeyde ona dönmek, 3- Her halimizde ondan yardım istemek.)
Yakîynin üç derecesi vardır: İlm-i yakîn, ayn-ı yakîn, hakk-ı yakîn. Bazılarına göre birincisi şeriatın dış yüzü, ikincisi şeriatte ihlâs, üçüncüsü müşahede etmektir.
Seyyid Şerif der ki; (Hakk-ı yakîn, kulun Hak'da fena ve Hakk'la beka bulmasıdır ki, ilim ve şuhud ile, yahud yalnız hal ile müyesser olur. Her aklin, ölümün varlığını bilmesi ilm-i yakîn, ölürken melekleri görmesi ayn-ı yakîn, ölümü bil-fiil tatması Hakk-ı yakîndir.()
Sahibinin imanını zevalden mahfuz kılan yakînin mertebesi, hakk-el-yakîne yaklaşanıdır. Demekki evvela iman-ı tahkiki denilen ilm-el-yakîn olacak, sonra bu terakki edecek, ayn-el-yakîn olacak, oradan da terakki edip hakk-el-yakîne yakınlaştıkça, giderek artan bir emniyetle, bu imanın sahibi son nefeste imansız gitmeden kurtulacak. Rabbim cümlemizi bu tehlikelerden muhafaza eylesin. Amin.
Hz. Zünnün (K.S) buyurmuştu: (Yakîn amel kasrına, o kasr zühde çağırır. O hikmet verir. Hikmet de akibeti görmeyi doğurur.)
Risale-i Nur'da şöyle diyor: "Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat herhalde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen ESAS-I VELAYET VE ESÂS-I TAKVÂ VE ESAS-I AZÎMET VE ESÂSÂT-I SÜNNET-İ SENÎYYE gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyle onlar terk edilmez"() Aslında sözü uzatacak bir şey yok. Ben Risale-i Nur talebesiyim diyenin haline bakarsın; esâs velayetin, esâs takvânın, esâs azimetin muhafazası hareket düstûruysa ve hayatını Sünnet-i Seniyyenin ikamesine tahsis etmişse, sözünde sadıktır, yoksa ya kendi kendini aldatan bir biçare veya dairenin kıvamını bozmak için çalışan kasıtlı bir kimsedir.
Bazı lügatlardaki duman-ateş misali yakîn mes'elesini izah etmekten çok uzaktır. Bu hususu müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbani Hazretlerinin izahlarına havale edelim. (Sübhan Hakk'ın Zatına karşı ilm-el-yakîn, yüce mukaddes Allah'ın kudretine delâlet eden âyetleri şühuddan ibarettir. Bu şuhud için; seyr-i afaki... (Dıştakileri görmek...) -Denir... Amma zatî olan şuhud ve huzur, bunlardan hiçbiri, seyr-i enfüsî-den (içtekileri görme halinden) başkasında mutasavver değildir. Salikin, nefsinden başka yerde de olmaz. Kendi haricinde müşahede ettiği, Yüce Hakk'ın zatına delâlet eden eserler ve delillerdir. O yüce Sultan'ın kendi müşahedesi değildir. Hissî ve misali suretlerdeki tecelliler; keza Nurların hicabında bulunan tecelliler, hep ilm-el-yakîne dahildir. Amma hangi suret olursa olsun; hangi nur olursa olsun. Ve o nur mükeyyef, mülevven, mütenâhi olsun veya olmasın, kainatı da muhit olsun veya olmasın... Böyle bir müşâhade, esas maksuddan haber vermediği gibi O'nun huzurunu da getirmez. Hiç şüphe edilmeye ki; dumanın ve sıcaklığın bulunması, ateşin varlığına delalet eder. Böyle bir şuhud dahi, ilim dairesinden çıkmaz. Ayn-el-yakîni ifade etmediği gibi salikin vücudunu dahi ifna etmez.
Ayn-el-yakîn, yakîni ilimle malum olduktan sonra; Sübhan Hakk'ın şühudundan ibarettir. Böyle bir şuhud dahi, salikin fena bulmasını gerektirir. Bu şuhudun ağır basması halinde, onun taayyünü tamamen mütelaşi olur. Şühud gözünde kendisinden eser kalmaz. Şühudda fani ve müstehlik olur.
Bu Taîfe-i Âliyye katında, bu şühud şöyle tabir edilir: Marifet...
Hakk-el-yakîne gelince... Bu dahi Sübhân Hakk'ı, taayyünün kalkmasından sonra müşahededen ibarettir. Hem de mütaayyinin dahi izmihlalinden sonra... Ve bu Hakk'ı hak ile müşahededir; kendisi ile değil.. Zira Sübhân Hakk'ın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcıları alabilir...()
Netice 4: İlim başkadır, yakîn başkadır. Bilmek, yapmak demek değildir. Mesleğimizde bir kimse yakîn sahibi ise, fenâ-fi-1-ihvân olmadan ayn-el-yakîne geçemez, hakk-el-yakînin ise kokusunu alamaz. Bin sene Risale-i Nur'u okusa, her okuyuşunda da yakîni ziyadeleşse bu zat yine yakînin ilmi damındadır. Daha ilerisine geçemez. Varlığını ihvanın varlığında ifna etmeyen; "kardeş" vasfından ilerisini iktisâb edemez. "Talebelik" vasfını alamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder