Nazar İle Niyet mahiyet-i Eşyayı (anlamayı ve anlatmayı) tağyir eder.!

Derecat-ı takdir, derecat-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir.
Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.

28 Aralık 2010 Salı

İLM-EL-YAKIN, AYN-EL-YAKIN, HAKK-EL-YAKÎN NE DEMEKTİR?

İLM-EL-YAKIN, AYN-EL-YAKIN, HAKK-EL-YAKÎN
 «İmân-ı tahkiki ilm-el-yakînden hakk-el-yakîne yakınlaştıkça daha selbedilmiyeceğine ehl-i keşfve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerât vak­tinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler ve­rip, tered­düde düşürebilir.» Bu nev'i imân-ı tahki­ki ise yalnız akılda durmuyor; belki hem kalbe, hem ruha, h...em sırra, hem öyle letâife sirayet edi­yor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemi­yor; öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalı­yor... "()
İmân-ı tahkiki; akılda olana denilmez, kalbde, ruhta, sırda olana de­nilir. Akılda olan ezberdir, kalbde, ruhta, sırda olan ise yakîndir.






“Yakin” lügatta (şeksiz) ilim, ıstılahta bir şeyin "realite" ye uygun ve herhangi bir teşkik ile (şüp­heye düşürmekle) giderilmesi imkansız ola­rak, behemahal o şey olduğuna itikad etmektir. Hakikat erbabından ba­zı­ları onu (hüccet ve burhan ile ol­mayarak sırf iman kuvvetiyle iyânen görmek) (gaybları kalb temizliği ile müşahade, fikirleri mu­hafaza ile es­rarı mülahaza etme) (kalbin bir şeyin hakikati üzerinde tam itmi'nanı) (Gaybî tasdik -her şekki izale ile- hakikate erdirmek) (Şekkin zıt­tı) (İman nuru ile iyânen görmek) (gaybı şuhûd ile şüpheyi kaldırmak) (şekten sonra hasıl olan ilim) v.s. diye tarif etmişlerdir.




(Tarikat-ı Muhammediye) kitabının sahibi Ba­lıkesirli (İmam Birgivi Muhammed bin Pir Ali) Hazretleri (YAKIYNİ); sufiyenin (ilmin -bazıla­rın­ca ledün ilminin- kalb üzerinde kafi hakimiyeti ve kalbin onun içinde -dünyaya, nefsine ve bunlar­dan başka herşeye ait kaygılar çıkmak sure­tiyle­- istiğrakıdır.) diye tarif ettiklerini yazar.


  (Kuşeyriyyede) şöyle denilmiştir: (Yakînin en azı bile kalbe ulaşınca onu nurla doldurur. Ondan her şeyi, her sevgiyi sürüp çıkarır. O yalnız şükr ile Allah korkusu ile dolar.)
(Sehl)'e göre (Yakîynin iptidası mükaşefedir. Yakinin kokusunu koklamak her kalbe haramdır. Çünkü kalbde Allah'dan başkasına karşı bir sükun bulunur.)
(Zünnün) da şöyle der (yakîyn, amel kasrına, o kasr zühde çağırır. O hikmet verir. Hikmet de akı­beti görmeyi doğurur.) Yine bir sözü (yakînin alemeti üçtür:
l- Herşeyde Allah'ı görmek, 2- Herşeyde ona dönmek, 3- Her hali­mizde ondan yardım istemek.)
Yakîynin üç derecesi vardır: İlm-i yakîn, ayn-ı yakîn, hakk-ı yakîn. Bazılarına göre birincisi şeri­atın dış yüzü, ikincisi şeriatte ihlâs, üçüncüsü mü­şahede etmektir.
Seyyid Şerif der ki; (Hakk-ı yakîn, kulun Hak'da fena ve Hakk'la beka bulmasıdır ki, ilim ve şuhud ile, yahud yalnız hal ile müyesser olur. Her aklin, ölümün varlığını bilmesi ilm-i yakîn, ölür­ken melekleri görmesi ayn-ı yakîn, ölümü bil-fiil tatması Hakk-ı yakîndir.()
Sahibinin imanını zevalden mahfuz kılan yakînin mertebesi, hakk-el-yakîne yaklaşanıdır. Demekki evvela iman-ı tahkiki denilen ilm-el-yakîn olacak, sonra bu terakki edecek, ayn-el-yakîn olacak, oradan da terakki edip hakk-el-yakîne yakınlaştıkça, giderek artan bir emniyetle, bu imanın sahibi son nefeste imansız gitmeden kurtulacak. Rabbim cümlemizi bu tehlikelerden muhafaza eylesin. Amin.
Hz. Zünnün (K.S) buyurmuştu: (Yakîn amel kasrına, o kasr zühde ça­ğırır. O hikmet verir. Hik­met de akibeti görmeyi doğurur.)
 Risale-i Nur'da şöyle diyor: "Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil sure­tiyle değil; fakat herhalde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen ESAS-I VELAYET VE ESÂS-I TAKVÂ VE ESAS-I AZÎMET VE ESÂSÂT-I SÜNNET-İ SENÎYYE gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza et­mek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyle onlar terk edilmez"() Aslında sözü uzatacak bir şey yok. Ben Risale-i Nur talebesiyim diyenin haline bakarsın; esâs velayetin, esâs takvânın, esâs azimetin muhafazası hareket düstûruysa ve hayatını Sün­net-i Seniyyenin ika­mesine tahsis etmişse, sözünde sadıktır, yoksa ya kendi kendini aldatan bir biçare veya dairenin kı­vamını bozmak için çalı­şan kasıtlı bir kimsedir.
Bazı lügatlardaki duman-ateş misali yakîn mes'elesini izah etmekten çok uzaktır. Bu hususu müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbani Hazretleri­nin izahlarına havale edelim. (Sübhan Hakk'ın Za­tına karşı ilm-el-yakîn, yüce mukaddes Allah'ın kudretine delâlet eden âyetleri şühuddan ibaret­tir. Bu şuhud için; seyr-i afaki... (Dıştakileri görmek...) -Denir... Amma zatî olan şuhud ve huzur, bunlar­dan hiçbiri, seyr-i enfüsî-den (içtekileri görme halinden) başkasında mutasavver değildir. Salikin, nefsinden başka yerde de olmaz. Kendi haricinde müşahede ettiği, Yüce Hakk'ın zatına delâlet eden eserler ve delillerdir. O yüce Sultan'ın kendi müşa­he­desi değildir. Hissî ve misali suretlerdeki tecelli­ler; keza Nurların hica­bında bulunan tecelliler, hep ilm-el-yakîne dahildir. Amma hangi suret olursa olsun; hangi nur olursa olsun. Ve o nur mükeyyef, mülevven, mütenâhi olsun veya olmasın, kainatı da muhit olsun veya olmasın... Böyle bir müşâhade, esas maksuddan haber vermediği gibi O'nun huzu­runu da getirmez. Hiç şüphe edilmeye ki; dumanın ve sıcaklığın bulun­ması, ateşin varlığına delalet eder. Böyle bir şuhud dahi, ilim dairesinden çıkmaz. Ayn-el-yakîni ifade etmediği gibi salikin vücudunu dahi ifna et­mez.
 Ayn-el-yakîn, yakîni ilimle malum olduktan sonra; Sübhan Hakk'ın şühudundan ibarettir. Böyle bir şuhud dahi, salikin fena bulmasını ge­rek­tirir. Bu şuhudun ağır basması halinde, onun taayyünü tamamen mütelaşi olur. Şühud gözünde kendisinden eser kalmaz. Şühudda fani ve müs­teh­lik olur.
Bu Taîfe-i Âliyye katında, bu şühud şöyle tabir edilir: Marifet...
Hakk-el-yakîne gelince... Bu dahi Sübhân Hakk'ı, taayyünün kalkma­sından sonra müşahe­deden ibarettir. Hem de mütaayyinin dahi izmihla­linden sonra... Ve bu Hakk'ı hak ile müşa­hededir; kendisi ile değil.. Zira Sübhân Hakk'ın ih­sanlarını, ancak onun taşıyıcıları alabilir...()
Netice 4: İlim başkadır, yakîn başkadır. Bil­mek, yapmak demek de­ğildir. Mesleğimizde bir kimse yakîn sahibi ise, fenâ-fi-1-ihvân olmadan ayn-el-yakîne geçemez, hakk-el-yakînin ise ko­kusunu alamaz. Bin sene Risale-i Nur'u okusa, her okuyuşunda da yakîni ziyadeleşse bu zat yine yakînin ilmi damındadır. Daha ilerisine geçemez. Varlığını ihvanın varlığında ifna etmeyen; "kardeş" vasfından ilerisini iktisâb edemez. "Talebelik" vasfını alamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder