Nazar İle Niyet mahiyet-i Eşyayı (anlamayı ve anlatmayı) tağyir eder.!

Derecat-ı takdir, derecat-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir.
Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.

20 Aralık 2010 Pazartesi

FENÂ-Fİ’L-İHVÂN ..! NE DEMEKTİR ?

FENÂ-Fİ’L-İHVÂN
 Fena: Yokluk, yok olma; İhvan: Eş, dost, sâdık arkadaş.() Fenâ-fî-l-ih­vân tabiri manevî terbiye metotlarında meslekî bir düstur olarak kul­lanılan yeni bir terimdir. Hazret-i Üstad (R.A) yeni teri­min anlaşılması için fenâ-fi’ş-şeyhe benzetmiştir. "Ehl-i tasavvufun mabeyninde fenâ-fi’ş-şeyh, fenâ-fi’r-resûl ıstılâhatı var. Ben sofi değilim. Fakat, onların bu düsturu bizim meslekte fenâ-fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur''() O halde fenâ-fi’l-ihvânı anlamak için evvela fenâ-fî-ş-şeyhi anlama­mız ge­rekmektedir. Fenâ-fî-ş-şeyh tabiri hicri üçyüz senesinden itibaren kulanılmağa başlanmış ve halen devam etmektedir. İmam-ı Rabbani (R.A) şöyle emrediyor:
"Bilesin ki; bir zorlama ve yapmacık olmadan şeyhin müride râbıtası­nın husûlü mürid ile mürşid arasındaki rabıtanın tam olduğuna alâmettir. İşte rabıta faydalanma ve faydalı olma sebebidir. Asla, rabıta yolundan daha yakın bir yol yoktur.
O ne güzel sohbettir ki, bu devlete erenin olur.
Hz. Hace Ahrar Fıkralar'da (kendi yazdığı FIKARAT kitabında) şöyle anlattı:
Delil gölgesi, Sübhan Hakk'ın zikrinden evlâdır. Yâni; faydalı olma manasında. Şu demeye gelir:
Delilin gölgesinde durmak, mürid için zikir ile meşgul olmaktan ev­lâdır. Çünkü böyle bir zikir, zikir edilen Yüce Zat'la tam bir münasebet meydana getirmez ki, zikir yolu ile, tam fayda temin edilebilsin. Evvel âhir selâm (187. Mektup)
Evet ehl-i tasavvufun mabeyninde kullanılan fenâ-fi-ş-şeyh o mânâ­dadır ki: Mürid şeyhinin varlığında o derece yok olacak ki; eğer şeyh o müridi parça parça doğrasa mürid bunu cana minnet bilecek.()
 Gelelim fenâ-fi-l-ihvâna: Bu tabiri kullanan zat, elbette kendi müba­rek hayatıyla, bunu en gü­zel bir şekilde yaşamıştır, sonra böyle emret­miştir. Yani, Bediüzzaman Hazretleri (R.A) ile erkân olan talebeleri ara­sındaki münasebetlere bakarak yolu­muza devam edebiliriz. Meselâ: Üstad Hazretleri ile Hulusi, Hulusî ile Hüsrev, Hüsrev ile Sabri ilââhir... bu hakikati mâbeynlerinde nasıl tatbik etmişlerdir. Zira asıl olan onlardır. Her halde Nur Camiasında hiçbir kimse çıkıp "Ben Hz. Üstad'dan daha ileri bir nurcuyum" diyemez veya "Üstad ve etrafındakiler bu hakikati yaşamadılar, ancak biz yaşıyoruz" diyemez.
Hz. Üstad (R.A) ile Hüsrev (K.S) ihvandır. Risale-i Nur mesleğinin müessisleri olarak fenâ-fi-l-ihvân düstûruna elbette uydular. Acaba nasıl yap­tılar? Bugünkü bizim anladığımız şekilde, yani; "kardeş kardeşin mürşidi olamaz"; "aramızda bü­yüklük küçüklük yok"; "noksanlık fazlalık vaki de­ğil"; "Hocalık talebelik yok"; "Mürşidlik müridlik olamaz"; "sen bende fani, ben sende fani" gibi bir anlayış mı vardı onlarda? yoksa böyle değil miydi?
Evet, Hz. Üstad dâr-ı bekaya teşrif buyurduğu ana kadar bu düstur dairede şu şekilde tatbik edil­miştir: Risale-i Nur dairesinde Risale-i Nur'un Şahs-ı manevisinin mümessili olarak Bediüzza­man Hazretleri var, her talebe fenâ-fi-1-ihvân manâsıyla onda fani, fakat o var talebe yok. Onun vesilesiyle her bir talebe diğer bir talebeden fani. Yani vesile bir olduğundan hepsi o vesilede yok ol­muş, dolayısıyla bu yoklar birbirle­rinde de yok ol­muşlar. 1960 senesinin Leyle-i Kadir gecesini ta­kip eden günlerin ilkinden başlayarak bugüne ka­dar gelen durum ise yukarıdaki tatbikattan tamamîyle ayrılmış vaziyettedir. Sosyalistliğin fikri de­ğil, fa­kat kendisi bilfiil Risale-i Nur dairesi içeri­sinde yaşanır hale gelmiştir. Dairede mürşid yok, dolayısıyla mürid de yok; hoca yok, dolayısıyla ta­lebe de yok; kâmil yok, dolayısıyla nâkıs da yok... Şimdi gelin insaf ile düşünelim, bu anlayış İslâm'da var mıdır? Bu anlayış İslâm tarihinin Asr-ı Saâdet'inde mi vardı? Bu anlayış Tâbiîn-i Kiram'ın zamanında mı vardı? Bu telakki tarzı Nakşilikte mi var, Kadirilikte mi var, hatta ve hatta İstan­bul Limanı'nda yük taşıyan hammallarda mı var? Elbette onların da bir hammalbaşısı vardır ki sözü onda bitirirler.
 Akla gelir ki; Üstad hayatta olsa biz de itirazsız onda fani olurduk. Ben de diyorum ki; "küçükten fedâkârlık yapmayan, büyükten hiç yapa­maz" düstûruyla, Risale-i Nur erkânlarından hiçbirisini kendisinden üstün görmeyen bir kimsenin, Üstad'ı tanıması dahi şeklî olurdu. Zira; imân gibi, tasdik dahi bir nurdur ki Cenab-ı Hak istediği kulunun kalbine onu koyar. Rabbim bu nurdan hissemizi ziyade ede. Bu Nurdan hissesi olan kendinden üs­tününe tabi olur. Tâbi olmak için illa Allâme-i Cihan, Vâris-i Nebî üç devrin Bediüzzaman'ını aramaz. Bu hâl nefsin bir oyunudur ve şeytanın bir tuzağıdır.
Fenâ-fi-1-ihvân terkibindeki ihvan kelimesinin lügat mânâsı kardeşlik demektir. Terkibin tahli­linden, kardeşin kardeşte fena bulması şeklinde bir ibare karşımıza çıkıyor. Tahmin ediyorum ki, dairemizde bu azim yanlışı ikame edenler, bu tabi­rin kelime manalarından ileriye geçip, biz­zat Hz. Üstad'ın hayatındaki tatbikatına bakmadıkların­dan bu sakîm vazi­yete sebebiyet verdiler veya yap­mak istediklerine en güzel kılıf olarak bunu buldu­lar.
İhvan tabiri: Büyüğün küçüğe karşı takındığı tavrın adı olduğu için, küçüğe deniliyor ki; ihvanda fani ol. Yani; O, sana mürşid olacak vazi­yete geldiği halde, mürşidlik vaziyeti takınmak kendisine yasak edildi­ğinden, kendisini size ihvan telakki eden ve o tavrı takınan zat var ya, işte on­da fani olunuz.
Tatbikatı da aynen böyle olmuştur. Eğer Hz. Üstad'a ve çevresindeki erkân zatlara hakikî Nur­cu dememiz lazım ise, onların yaptığı bu yukarı­da­ki anlattığımız şekildedir. Hz. Üstad, "Ben size üstad değilim, bir ders arkadaşıyım"() dediği hal­de, Hulusiler, Hüsrevler, Feyziler, Üstad'a hangi nazarla bakmağa devam ettilerse, Risale-i Nur da­iresine giren her­kese de o nazarla bakacakları bir ihvan lazımdır.
Risale-i Nurları ele geçirip okuduktan sonra; Hz. Üstad'a "Artık siz bana lazım değilsiniz, ma­dem ki söylemek istediklerinizin hepsi bu ki­taplar­da vardır, o halde bunlar bana kâfidir, zaten siz de öyle söylüyorsu­nuz" dese bir kimse, o zatın Risale-i Nur'dan ne kadar anlayışa sahip ola­bileceği ve bu irşad halkasından ne derece istifade edebileceği malûmdur. Risale-i Nur mühimdir, fakat Hz. Üstad en az onun kadar mühimdir. Temsilde kusur yok. Nasıl ki Kur’an-ı Azimüşşan mühimdir, Rasûlüllah (A.S.M) da en az onun kadar mühimdir. Şahıslar kabil-i ihmal olamazlar. Onlar Nazargâh-ı ilâhî ve Rûh-u Kâinat hükmündedirler.»
Bir ehl-i tarîk (örfte "tarikat" tasavvuf manasına kullanıldığından biz de onu onun yerinde kullanıyoruz) için fenâ-fi-ş-şeyh neyse, bir Risale-i Nur Talebesi için de fenâ-fi-l ihvân o demektir. Henüz kendime bir şeyh bulamadım diyen bir kimse ne kadar tarikatçı ise henüz Risale-i Nur dai­resi içerisinde, "FENÂ" manasında, yani "elinde bir ölü vaziyeti aldığım, her umurumda kendisine tabi ol­uğum birisini bulamadım" diyenin de nurculuğu o kadardır. Fenâ-fi-r-resûl ve fenâ-fillâh mertebe­sinde kendile­riyle müşterek olduğumuz ehl-i tarîkatın, fenâ-fi-ş-şeyh olmadan oralara vasıl olmayacakları gibi, bir Risale-i Nur talebesi de fenâ-fi-l-ihvân ol­madan, yakînden bahsetmesi, Resûlullah muhabbetinden dem vurması veya fenâ-fillâh mertebesine yükselmesi asla mümkün değildir. Böyle bir zat ne öğrense, ne yapsa, ne kılsa ve ne tutsa aziz(!) nefsinin hatırı içindir. Tevhid ondan nihayetsiz uzaktır. Şuna iyice dikkat etmek la­zımdır ki: Tevhid ilmini bilmek başkadır muvahhid olmak daha başkadır. İlim ile yakîn ayrı ayrı şeylerdir. İslâmı bilmek başkadır, müslüman olmak daha başkadır ve hakeza... Risale-i Nur'u bilmek başkadır, Risale-i Nur tale­besi olmak daha başkadır.
Netice 1: Risale-i Nur talebesi olmanın birinci şartı, Risale-i Nur dai­resi içerisinde, fena mana­sında, yani ben dediği zaman O'nu kastede­ceği() ve her umurunda kendisine teslim olacağı bir mürşid bulmak­tır.
 Sual: Risale-i Nur dairesindeki mürşidlerin vasıfları nelerdir. Biz onları nasıl tanıyacağız ve onlara tâbi olmak şeklimiz nasıl olacaktır?
Cevap: Mürşid olmakta birinci şart, kendisi bir mürşid tanımış ol­maktır. Meselâ Hz. Üstad mürşiddir. Onun irşâd silsilesi şöyledir: Üveysî olarak Hz. Gavs-ı Azam (R.A), Hz. Zeynül Abidin (R.A), Hz. Hüseyin (R.A), Hz. Hasan (R.A), Hz. İmam-ı Ali (R.A) ve Fahr-i Cihan (A.S.M) () Risale-i Nur'un te'lifinde hak sahibi, yani 1944'den ev­vel Ri­sale-i Nur dairesine girmiş, tasdikat sahibi zâtlar, Üstad'dan sonraki sil­sile-i irşadın devamı­dırlar. Bilhassa Hüsrev (K.S), Hulusi (K.S) ve Kas­tamonulu Sultan Mehmed Feyzi (K.S) Hazretleri bu irşâd yolunun deva­mında hakikaten üstad mi­sal insanlardı. Bunlardan birisini, kendisine mür­şit olarak kabul edip teslim olanlardan bir Nur ta­lebesine, onların ve­fatlarından sonra (ki bu zaman o zamandır) tâbi olunabilir. Tâbi olun­maya hakkı olanlar onlardır. Zira Risale-i Nur cereyanını bir irşâd hare­keti olarak kabul edip, bir mürşide tabi olup, o cereyanda bulunmak baş­kadır, Risale-i Nur'daki kuvvetli kelâm dersinin tesirinden dola­yı, işi yal­nız felsefe zannederek, feylesof mesleğin­de yürümek yine başkadır.
Bizim meslekte mürşid vazi­yeti takınmak yasak olduğundan, daha doğrusu o işin erbabına o hal verildiğinden, ben mürşidim di­yene elbette Risale-i Nur Camiasında rastlamak mümkün olmayacaktır. Suret-i mahsûsada Ri­sale-i Nurdaki 21. Lem'anın, 11. Lema'nın ve Telvihat-ı Tis'anın özelliklerini hayatlarıyla yaşayan, müntesip bir zatı bulup, O'nun soh­betlerini kendisine emir telakki etmekle intisab olunur. Yoksa "Ben size intisâb ediyo­rum, siz kabul ediyor musunuz?" diye­rek in­tisabını ilan etmek şeklinde değildir. Tasav­vuf mesleklerinin âdâb kitaplarında tarifi yapılan şekilde de değildir. Mesleğimiz hakikat­tir. İnti­sabımız da havas mertebesinde intisabdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder