FENÂ-Fİ’L-İHVÂN
Fena: Yokluk, yok olma; İhvan: Eş, dost, sâdık arkadaş.() Fenâ-fî-l-ihvân tabiri manevî terbiye metotlarında meslekî bir düstur olarak kullanılan yeni bir terimdir. Hazret-i Üstad (R.A) yeni terimin anlaşılması için fenâ-fi’ş-şeyhe benzetmiştir. "Ehl-i tasavvufun mabeyninde fenâ-fi’ş-şeyh, fenâ-fi’r-resûl ıstılâhatı var. Ben sofi değilim. Fakat, onların bu düsturu bizim meslekte fenâ-fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur''() O halde fenâ-fi’l-ihvânı anlamak için evvela fenâ-fî-ş-şeyhi anlamamız gerekmektedir. Fenâ-fî-ş-şeyh tabiri hicri üçyüz senesinden itibaren kulanılmağa başlanmış ve halen devam etmektedir. İmam-ı Rabbani (R.A) şöyle emrediyor:
"Bilesin ki; bir zorlama ve yapmacık olmadan şeyhin müride râbıtasının husûlü mürid ile mürşid arasındaki rabıtanın tam olduğuna alâmettir. İşte rabıta faydalanma ve faydalı olma sebebidir. Asla, rabıta yolundan daha yakın bir yol yoktur.
O ne güzel sohbettir ki, bu devlete erenin olur.
Hz. Hace Ahrar Fıkralar'da (kendi yazdığı FIKARAT kitabında) şöyle anlattı:
Delil gölgesi, Sübhan Hakk'ın zikrinden evlâdır. Yâni; faydalı olma manasında. Şu demeye gelir:
Delilin gölgesinde durmak, mürid için zikir ile meşgul olmaktan evlâdır. Çünkü böyle bir zikir, zikir edilen Yüce Zat'la tam bir münasebet meydana getirmez ki, zikir yolu ile, tam fayda temin edilebilsin. Evvel âhir selâm (187. Mektup)
Evet ehl-i tasavvufun mabeyninde kullanılan fenâ-fi-ş-şeyh o mânâdadır ki: Mürid şeyhinin varlığında o derece yok olacak ki; eğer şeyh o müridi parça parça doğrasa mürid bunu cana minnet bilecek.()
Gelelim fenâ-fi-l-ihvâna: Bu tabiri kullanan zat, elbette kendi mübarek hayatıyla, bunu en güzel bir şekilde yaşamıştır, sonra böyle emretmiştir. Yani, Bediüzzaman Hazretleri (R.A) ile erkân olan talebeleri arasındaki münasebetlere bakarak yolumuza devam edebiliriz. Meselâ: Üstad Hazretleri ile Hulusi, Hulusî ile Hüsrev, Hüsrev ile Sabri ilââhir... bu hakikati mâbeynlerinde nasıl tatbik etmişlerdir. Zira asıl olan onlardır. Her halde Nur Camiasında hiçbir kimse çıkıp "Ben Hz. Üstad'dan daha ileri bir nurcuyum" diyemez veya "Üstad ve etrafındakiler bu hakikati yaşamadılar, ancak biz yaşıyoruz" diyemez.
Hz. Üstad (R.A) ile Hüsrev (K.S) ihvandır. Risale-i Nur mesleğinin müessisleri olarak fenâ-fi-l-ihvân düstûruna elbette uydular. Acaba nasıl yaptılar? Bugünkü bizim anladığımız şekilde, yani; "kardeş kardeşin mürşidi olamaz"; "aramızda büyüklük küçüklük yok"; "noksanlık fazlalık vaki değil"; "Hocalık talebelik yok"; "Mürşidlik müridlik olamaz"; "sen bende fani, ben sende fani" gibi bir anlayış mı vardı onlarda? yoksa böyle değil miydi?
Evet, Hz. Üstad dâr-ı bekaya teşrif buyurduğu ana kadar bu düstur dairede şu şekilde tatbik edilmiştir: Risale-i Nur dairesinde Risale-i Nur'un Şahs-ı manevisinin mümessili olarak Bediüzzaman Hazretleri var, her talebe fenâ-fi-1-ihvân manâsıyla onda fani, fakat o var talebe yok. Onun vesilesiyle her bir talebe diğer bir talebeden fani. Yani vesile bir olduğundan hepsi o vesilede yok olmuş, dolayısıyla bu yoklar birbirlerinde de yok olmuşlar. 1960 senesinin Leyle-i Kadir gecesini takip eden günlerin ilkinden başlayarak bugüne kadar gelen durum ise yukarıdaki tatbikattan tamamîyle ayrılmış vaziyettedir. Sosyalistliğin fikri değil, fakat kendisi bilfiil Risale-i Nur dairesi içerisinde yaşanır hale gelmiştir. Dairede mürşid yok, dolayısıyla mürid de yok; hoca yok, dolayısıyla talebe de yok; kâmil yok, dolayısıyla nâkıs da yok... Şimdi gelin insaf ile düşünelim, bu anlayış İslâm'da var mıdır? Bu anlayış İslâm tarihinin Asr-ı Saâdet'inde mi vardı? Bu anlayış Tâbiîn-i Kiram'ın zamanında mı vardı? Bu telakki tarzı Nakşilikte mi var, Kadirilikte mi var, hatta ve hatta İstanbul Limanı'nda yük taşıyan hammallarda mı var? Elbette onların da bir hammalbaşısı vardır ki sözü onda bitirirler.
Akla gelir ki; Üstad hayatta olsa biz de itirazsız onda fani olurduk. Ben de diyorum ki; "küçükten fedâkârlık yapmayan, büyükten hiç yapamaz" düstûruyla, Risale-i Nur erkânlarından hiçbirisini kendisinden üstün görmeyen bir kimsenin, Üstad'ı tanıması dahi şeklî olurdu. Zira; imân gibi, tasdik dahi bir nurdur ki Cenab-ı Hak istediği kulunun kalbine onu koyar. Rabbim bu nurdan hissemizi ziyade ede. Bu Nurdan hissesi olan kendinden üstününe tabi olur. Tâbi olmak için illa Allâme-i Cihan, Vâris-i Nebî üç devrin Bediüzzaman'ını aramaz. Bu hâl nefsin bir oyunudur ve şeytanın bir tuzağıdır.
Fenâ-fi-1-ihvân terkibindeki ihvan kelimesinin lügat mânâsı kardeşlik demektir. Terkibin tahlilinden, kardeşin kardeşte fena bulması şeklinde bir ibare karşımıza çıkıyor. Tahmin ediyorum ki, dairemizde bu azim yanlışı ikame edenler, bu tabirin kelime manalarından ileriye geçip, bizzat Hz. Üstad'ın hayatındaki tatbikatına bakmadıklarından bu sakîm vaziyete sebebiyet verdiler veya yapmak istediklerine en güzel kılıf olarak bunu buldular.
İhvan tabiri: Büyüğün küçüğe karşı takındığı tavrın adı olduğu için, küçüğe deniliyor ki; ihvanda fani ol. Yani; O, sana mürşid olacak vaziyete geldiği halde, mürşidlik vaziyeti takınmak kendisine yasak edildiğinden, kendisini size ihvan telakki eden ve o tavrı takınan zat var ya, işte onda fani olunuz.
Tatbikatı da aynen böyle olmuştur. Eğer Hz. Üstad'a ve çevresindeki erkân zatlara hakikî Nurcu dememiz lazım ise, onların yaptığı bu yukarıdaki anlattığımız şekildedir. Hz. Üstad, "Ben size üstad değilim, bir ders arkadaşıyım"() dediği halde, Hulusiler, Hüsrevler, Feyziler, Üstad'a hangi nazarla bakmağa devam ettilerse, Risale-i Nur dairesine giren herkese de o nazarla bakacakları bir ihvan lazımdır.
Risale-i Nurları ele geçirip okuduktan sonra; Hz. Üstad'a "Artık siz bana lazım değilsiniz, madem ki söylemek istediklerinizin hepsi bu kitaplarda vardır, o halde bunlar bana kâfidir, zaten siz de öyle söylüyorsunuz" dese bir kimse, o zatın Risale-i Nur'dan ne kadar anlayışa sahip olabileceği ve bu irşad halkasından ne derece istifade edebileceği malûmdur. Risale-i Nur mühimdir, fakat Hz. Üstad en az onun kadar mühimdir. Temsilde kusur yok. Nasıl ki Kur’an-ı Azimüşşan mühimdir, Rasûlüllah (A.S.M) da en az onun kadar mühimdir. Şahıslar kabil-i ihmal olamazlar. Onlar Nazargâh-ı ilâhî ve Rûh-u Kâinat hükmündedirler.»
Bir ehl-i tarîk (örfte "tarikat" tasavvuf manasına kullanıldığından biz de onu onun yerinde kullanıyoruz) için fenâ-fi-ş-şeyh neyse, bir Risale-i Nur Talebesi için de fenâ-fi-l ihvân o demektir. Henüz kendime bir şeyh bulamadım diyen bir kimse ne kadar tarikatçı ise henüz Risale-i Nur dairesi içerisinde, "FENÂ" manasında, yani "elinde bir ölü vaziyeti aldığım, her umurumda kendisine tabi oluğum birisini bulamadım" diyenin de nurculuğu o kadardır. Fenâ-fi-r-resûl ve fenâ-fillâh mertebesinde kendileriyle müşterek olduğumuz ehl-i tarîkatın, fenâ-fi-ş-şeyh olmadan oralara vasıl olmayacakları gibi, bir Risale-i Nur talebesi de fenâ-fi-l-ihvân olmadan, yakînden bahsetmesi, Resûlullah muhabbetinden dem vurması veya fenâ-fillâh mertebesine yükselmesi asla mümkün değildir. Böyle bir zat ne öğrense, ne yapsa, ne kılsa ve ne tutsa aziz(!) nefsinin hatırı içindir. Tevhid ondan nihayetsiz uzaktır. Şuna iyice dikkat etmek lazımdır ki: Tevhid ilmini bilmek başkadır muvahhid olmak daha başkadır. İlim ile yakîn ayrı ayrı şeylerdir. İslâmı bilmek başkadır, müslüman olmak daha başkadır ve hakeza... Risale-i Nur'u bilmek başkadır, Risale-i Nur talebesi olmak daha başkadır.
Netice 1: Risale-i Nur talebesi olmanın birinci şartı, Risale-i Nur dairesi içerisinde, fena manasında, yani ben dediği zaman O'nu kastedeceği() ve her umurunda kendisine teslim olacağı bir mürşid bulmaktır.
Sual: Risale-i Nur dairesindeki mürşidlerin vasıfları nelerdir. Biz onları nasıl tanıyacağız ve onlara tâbi olmak şeklimiz nasıl olacaktır?
Cevap: Mürşid olmakta birinci şart, kendisi bir mürşid tanımış olmaktır. Meselâ Hz. Üstad mürşiddir. Onun irşâd silsilesi şöyledir: Üveysî olarak Hz. Gavs-ı Azam (R.A), Hz. Zeynül Abidin (R.A), Hz. Hüseyin (R.A), Hz. Hasan (R.A), Hz. İmam-ı Ali (R.A) ve Fahr-i Cihan (A.S.M) () Risale-i Nur'un te'lifinde hak sahibi, yani 1944'den evvel Risale-i Nur dairesine girmiş, tasdikat sahibi zâtlar, Üstad'dan sonraki silsile-i irşadın devamıdırlar. Bilhassa Hüsrev (K.S), Hulusi (K.S) ve Kastamonulu Sultan Mehmed Feyzi (K.S) Hazretleri bu irşâd yolunun devamında hakikaten üstad misal insanlardı. Bunlardan birisini, kendisine mürşit olarak kabul edip teslim olanlardan bir Nur talebesine, onların vefatlarından sonra (ki bu zaman o zamandır) tâbi olunabilir. Tâbi olunmaya hakkı olanlar onlardır. Zira Risale-i Nur cereyanını bir irşâd hareketi olarak kabul edip, bir mürşide tabi olup, o cereyanda bulunmak başkadır, Risale-i Nur'daki kuvvetli kelâm dersinin tesirinden dolayı, işi yalnız felsefe zannederek, feylesof mesleğinde yürümek yine başkadır.
Bizim meslekte mürşid vaziyeti takınmak yasak olduğundan, daha doğrusu o işin erbabına o hal verildiğinden, ben mürşidim diyene elbette Risale-i Nur Camiasında rastlamak mümkün olmayacaktır. Suret-i mahsûsada Risale-i Nurdaki 21. Lem'anın, 11. Lema'nın ve Telvihat-ı Tis'anın özelliklerini hayatlarıyla yaşayan, müntesip bir zatı bulup, O'nun sohbetlerini kendisine emir telakki etmekle intisab olunur. Yoksa "Ben size intisâb ediyorum, siz kabul ediyor musunuz?" diyerek intisabını ilan etmek şeklinde değildir. Tasavvuf mesleklerinin âdâb kitaplarında tarifi yapılan şekilde de değildir. Mesleğimiz hakikattir. İntisabımız da havas mertebesinde intisabdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder